18 Kasım 2010 Perşembe

HAK KAYBEDİLEN YERDE ARANIR.

HAK KAYBEDİLEN YERDE ARANIR.
Hürken her ne sebeptense köle olan bir adamı sahibi, köle pazarında satışa çıkarır. Köle pazarlayan, hem kölenin satışını ilan etmekte, hem de köleyi insafsızca dövmektedir. Olayı seyredenler arasında sakat bir adam vardır. Tarlasında çalışacak birkaç işçi aramak için amele pazarına gideken, durup olayı seyretmeye başlar. Kölenin haline acıyan adam, „İşçiye ihtiyacım var, ben bunu alırsam gerçi işim tam görülmez, ama zavallıyı kurtarmış olurum. Böylece Hz. Muhammed’in sünnetini de yerine getiririm“ der ve cebindeki parayı son kuruşuna kadar vererek köleyi satın alır.
Köle arkada, adam önde adamın köyüne doğru yola koyulurlar. Hürriyetin ne olduğunu bildiği için, en uygun fısatta kaçarak hürriyetine kavuşmaya kendi kendine söz veren adam, viranelik bir yerden geçerken kaçıp viraneler arasında kaybolur. Sahibi sakat olduğu için arkasından koşamaz baka kalır. Köle artık kimsenin kendisini takip edemeyeceğine inandığı bir yere gelene kadar durmadan koşar. Sonra bir ağacın altına uzanır. Bu kadar kolay kaçmasına için için sevinir. „Hürriyet insanın en büyük hakkıdır.“ böyle yapmakla en doğrusunu yaptım. Şansımdan beni alan sakat biri olduğu için, kaçmam kolay oldu“ der. Yoluna devam etmek için gece olmasını bekler. Ama içinden bir ses, „Ama adam sana ne demişti? Seni kurtarmak uğruna tarlasını hasad etmek için işçi tutmaya ayırdığı tüm parayı senin için verdiğini söylememiş miydi? Şimdi hasadını yapamayacak, böylece hem kendi hem de karısı ve çocukları perişan olacaklar.“ der. „Evet hürriyet senin hakkın ama, sen hakkın olan şeyi hakkını gaspedenden değilde, suçsuz birinden çıkarmaya çalışıyorsun. Böylece de sen de hak almaya çalışırken başka bir haksızlığa çanak tutuyorsun” diye düşünmeyi sürdürür. Sonra yerinden kalkar süklüm püklüm geri döner. Sahibi sakat adam, bıraktığı yerde bir taşa oturmuş kendini beklemektedir.

PLATON’un Diyalektiği

İster Mevlana olsun ister İbn-i Sina, birçok İslam filozofu, tasavvufcusu Platon’un etkisinde kalmıştır. İşte sana onun “Sempozyum-Şölen” (Symposion –Gastmahl) kısmının özeti:

“Platon’a göre ancak edebi bir dürtüye sahip olan kimse ideaların bilgisine giden yolu seçebilir. Bu felsefi dürtünün adı “eros”tur. Yunan Aşk Tanrısı’nın adı da “Eros”tur. Platon, Yunanca’da Aşk (üretme dürtüsü) anlamına gelen bu kavrama, yüceleştirici bir içerik kazandırır. Eros, ölümlü insanın duyumsal dünyanının sınırlarını aşıp manevi/ruhsal/zihinsel dünyaya, ölümsüzlüğe çıkma ve bu dürtüyü başkalarının içinde de uyanık tutma itkisdir. Güzel bir bedene duyulan haz, eros’un en alt düzeyindeki tezahürüdür. Güzel ile kurulan bütün ilişjkiler bizi eros’a yaklaştırır; en başta da felsefenin hazırlığı olarak gördüğü müzik ve duygusal olandan (geçici nesnelerden) yüzümüzü çevirip salt biçimlere (kavramlara) bakmamızı öğreten matematik eros’a giden yolun kilometre taşlarıdırlar. (Bu ara yeri gelmişken dillere pelesenk olmuş “platonik aşk – platoncu aşk – kavramının düşünüre oldukça haksızlık edilecek biçimde kullanıldığına da dikkati çekmekte yarar var. “Paltonik aşk” salt, manevi, duygusal, düşüncelerde yaşayan, tensel, bedensel olan ile ilgilenmeyen aşk olarak anlaşılır. Oysa Platon, “Ruhtan çok, bedeni seven o kaba âşık kötüdür,” der sadece. Yoksa bedenin aşk ilişkisinin dışında bırakılmasına ilişkin bir düşünce söz konusu değildir.)

Güzel sadece ideaların bilgisine giden yolda sadece bir hazırlıktır; asıl yol ise, Platon’un diyalektik düşünme yöntemidir. Diyalektik ortak araştırmayla, konuşma yoluyla genel geçerli, sarsılmaz olana yaklaşmak demektir.”


Platon’un Sempozyum’unda/Şölen’inde Sokarates’i konuşturduğu kısımdan bir alıntı ile bu yazıyı bağlamak istiyorum:

“Dinle beni şimdi; bu sırlara, yol boyunca ermek isteyenin daha genç yaşında güzel bedenler araması gerekir. Onu yola koyan, doğru yola koymuşsa, ilkin bir tek insanı sever ve o ana söyleyecek güzel sözler bulur., sonra anlar ki bu bedende gördüğü güzellik, başka bedenlerdekinin kardeşidir.; görünüşteki güzelliği arayanlar için bütün bedenlerdeki güzelliği bir tek şey saymamak delilik olur. Bunu iyice anlayınca, bütün güzel bedenleri sever, bir tekine olsun düşkünlüğü kalmaz ve böyle bir düşkünlüğü küçümser hiçe sayar. Bundan sonra yapacaği şey, ruh güzelliğini beden güzelliğinden üstün görmektir. Değerli bir ruh, bedendeki pırıltısı sönük de olsa, sevgisini coşturmaya, ona kendini verip gençlerin yükselmesi için söylenecek en güzel düşünceleri bulmaya ve doğurmaya yeterli olmaktır….”

Gerçekten hayatın tadını çıkarabilir miyiz?



İçinde 40 yolcusu olan bir otobüsün şoförü olduğunuzu düşünün. Ama bu öyle bir otobüs ki, her yolcunun ayağının altında da bir fren var. Hadi bakalım sürün otobüsünüzü!
Bir müddet sonra bir yol ayrımına gliyorsunuz ve tam dönecekken acı bir fren!Yolculardan biri fren yaptığını söylüyor ve sizin istediğiniz yöne değil de, öbür yöne gitmenizi söylüyor. Önünüzde üç seçenek var:

  1. Yolcuyu ikna edip istediğiniz yola gitmek,
  2. İster istemez yolcunun istediği yöne gitmek,
  3. Otobüsü terkedip yaya olarak istediğiniz yola devam etmek.

Hadi diyelim yukarıdaki  iki şıktan biri oldu ve yolunuza devam ediyorsunuz. Tam hızınızı almış, yola koyulmuşken  „Caaaartttt!“ bir fren daha. Bu kez başka bir yolcu çişinin geldiğini, onun için frene bastığını söylüyor…

Ve 40 yolcu, kırk fren! Ulaşabilir misiniz hedefinize?

Aynı şey hayatımızda yok mu? Mutlu olmamamız için o kadar çok fren var ki; yasalar, gelenekler, değiştirilmiş din vs. bir de bu yetmemiş gibi kendi vicdanımız, kurallarımız, sorumluluk duyduğumuz ailemiz, çocuklarımız, bize emanet edilmiş işimiz…

Gerçekten tüm bunlara rağmen “Hayat kısa. Herşeye kafayı takmadan mutlu olup hayatımızı yaşayalım” diyebiliyor muyuz? Hayatın kısa hem de çok kısa olduğunu bildiğim halde ben diyemiyorum. Ya yolcuların ayaklarının altındaki frenleri kaldırsınlar, ya da azletsinler beni şoförlükten.

Gladbeck, 11.04.07

17 Kasım 2010 Çarşamba

BAŞÖRTÜSÜ’nün KUR’AN’da ve İNCİL’de Yeri



Mektupbaşlıklı yazımda[1]  başörtüsünün Kur’an’daki yerini açıklarken, bazı Müslümanların „başörtüsü mecburdur“ yorumu işlerine geldiği için Hıristiyan dünyasından çok kişinin İslam dininin kadınları baskı altında tuttuğuna delil olarak göstererek, bunu İslam’ı kötülemek için kullandıklarını yazmıştım. Böyle davranış sergileyenler ya bunu gerçekten kendi dinlerini tanımadıkları, ya da kasten yaptıkları, ama her ne olursa olsun yanlış yaptıklarını kendi kutsal kitaplarından alıntılar yaparak açıklayacağım.

Kur’an’da kadının neden örtünmesi ve ne kadar örtünmesi yalnız ve yalnız Ahzâb Suresi’nin 59. ayetinde ve Nûr Suresi’nin 31. ayetinde geçer. Üstelik bu da yoruma açık bir şekilde. Ama Hıristiyanların İncil’den saydıkları Paulus’un  I. Korintliler mektubunda Hıristiyan kadınların kesinlikle erkeklerden daha aşağı oldukları belirtilerek, onların başörtüsü takmaları istenir:

3Ama şunu bilmenizi isterim: Her erkeğin başı Mesih, kadının başı erkek. Mesih’in başı da Tanrı’dır. 4Başına bir şey takıp[2] dua ya da peygamberlik eden her erkek, başını küçük düşürür. 5Ama başı açık[3] dua ya da peygamberlik eden her kadın, başını küçük düşürür. Böylesinin başı traş edilmiş bir kadından farkı yoktur. 6 Kadın başını açarsa saçını kestirsin. Ama kadının saçını kestirmesi ya da traş etmesi ayıpsa, başını örtsün. 7Erkek başını örtmemeli; o Tanrı’nın benzeri ve yüceliğidir. 8Çünkü erkek kadından değil, kadın erkek ten yaratıldı. 9Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratıldı.“
(İNCİL, I. Korintliler 11)

            Hıristiyanlar, Kur’an’da  kadının erkekten aşağı olduğunu iddia ederken şu Kur’an ayetini gösterirler:

‘‘Erkekler; kadınları gözetip kollayıcıdırlar. Şundan ki Allah, insanların bazılarını bazılarından üstün kılmıştır ve erkekler mallarından bol bol harcamışlardır. [...]”
(NİSA SURESİ 34. ayet)

            Oysa bu ayette erkeğin kadından üstün olmasının sebebi olarak, erkeklerin mallarından kadınlar için harcamaları gösteriliyor. Dünyanın hangin ülkesinde olursa olsun, işveren yani ücret ödeyen kişi ücret ödediği kadın ya da erkekten üstün durumda değil mi? Avrupa’da herhangi bir işyerinde sekreter olarak çalışan bir bayandan şefi kendisine kahve yapıp getirmesini istemiyor mu? Kur’an’da bu kısım zikredilince neden Hıristiyanlar kendi gözlerindeki merteği görmeden, İslam âleminin gözündeki çöpü görmeye çalışıyorlar. Kur’an’da üstünlük derecesi belirtilirken yalnız bu kadınla da bağlı kalmıyor üstelik:

“Ve onların kimini kimine derecelerle üstün kıldık ki, bazısı bazısını tutup çalıştırsın...’’
(ZÜHRUF SURESİ 32. ayet)

            Bu ayetten de yine anlıyoruz ki dereceleri üstün kılınanların üstünlükleri sadece diğerlerini çalıştırması açısından. Burada kadın-erkek ayrımı da yok. Unutmayalım Hz. Muhammed evleninceye kadar Hz. Hatice’nin yanında çalışıyordu.

            Kur’an’da kadının toplum yaşamındaki miras, şahitlik gibi durumlarda biyolojik ve sosyal sebeplerle erkelerden farklı olmasının Kur’an’da zikredilmesi, Kur’an’da menfi yönler arayanlar tarafından sanki kadının aleyhine bir durummuş gibi gösterilmeye çalışılıyor. Oysa Kur’an erkeğe de kadına da aynı görevleri yüklüyor.:

“Allah şu kişiler için bir affediş ve büyük bir ödül hazırlamıştır: Müslüman erkekler, Müslüman kadınlar, mümin erkekler, mümin kadınlar, itaat eden erkekler, itaat eden kadınlar, özü-sözü doğru erkekler, özü-sözü doğru kadınlar, sabreden erkekler, sabreden kadınlar, Allah korkusuyla ürperen erkekler, Allah korkusuyla ürperen kadınlar, sadaka veren erkekler, sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler, oruç tutan kadınlar, ırz ve iffetlerini koruyan erkekler, ırz ve iffetlerini koruyan kadınlar, Allah’ı çok anan erkekler, Allah’ı çok anan kadınlar.”
(AHZÂB SURESİ 35. ayet)


            Bunu gözardı edenler İncil’e bir daha baksınlar; İncil’deki I. Korintliler’de açık açık kadının varlığının sebebi olarak erkek gösteriliyor.

13Siz kendiniz karar verin: Kadının açık başla Tanrı’ya dua etmesi uygun mu? 14-15Doğanın kendisi bile size erkeğin uzun saçlı olmasının kendisini küçük düşürdüğünü, kadının uzun saçlı olmasının ise kendisini yücelttiğini öğretmiyor mu? Çünkü saç kadın örtü olarak verilmiştir.”
(İNCİL, I. Korintliler 11)

            Hıristiyan’lık dininde kadının toplum içerisinde konuşması bile yasak:

34Kadınlar toplantılarınızda sessiz kalsın. Konuşmalarına izin yoktur. Kutsal Yasa’nın belirttiği gibi uysal olsunlar. 35Öğrenmek istedikleri bir şey varsa, evde kocalarına sorsunlar. Çünkü kadının toplantı sırasında konuşması ayıptır.“
(İNCİL, I. Korintliler 14)

            Hıristiyanlardan İslam’a ağır bir şekilde yüklenenler ikiyüzlülüğü bırakmalıdırlar. Mevlana’nın „Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol!“ deyişine uygun olarak, yaoldukları gibi görünsün, ya da göründükleri gibi olsunlar.  İncil’de “ama“,  “fakat“ demeye yer bırakmadan açık açık kadınlar erkeklerin altında tutulurken, bunu görmezliğe gelerek İslam’da yoruma açık iki ayeti sebep göstererek İslam’ı başörtüsüyle eşitlemek, başörtüsünü de kadınlar ezilmişliği ile eşitlemek acaba hangi vicdan ölçülerine sığar?! Aslında Hıristiyanlar kendi Hıristiyanlıklarını sorgulamalılar. Başka dinleri kritik etme hakkını kendilerinde buluyorlarsa benim tavsiyem o zaman şu iki ihtimalden birini seçsinler:

  1. Eğer Hıristiyanlığın temel İncil ise ve bunu böyle kabul etmişlerse İncil’in kurallarını yerine getirmelilerdir.
  2. Yok bu kuralları geri kalmışlık olarak buluyorlarsa ya dinlerinin adını değitirsinler, ya da İncil’in Kutsal Kitap olmadığını ilan etsinler.


Dr. Maksut Sarı


[2] 11:4 „Başına bir şey takıp“: Grekçe deyim „uzun saçla“ anlamına da gelebilir. (bak. Kutsal Kitap –Yeni Çeviri -, İstanbul 2001, s. 1456 dipnot)
[3] 11:5 „Başı açık“: Grekçe deyim „Başını örtmeden“ ya da „saçını toplamadan“ anlamına da gelebilir (bak. aynı kaynak)

BAŞÖRTÜSÜ


(Almanya’daki okullardan birindeki  öğrencilerimden biri, başörtüsü taktığı için, okulda öğrencilerin yanında bazı öğretmenler tarafından da dışlanmasının artık yalnız söz sınırlarını aşarak eyleme de dönüştüğünü, bu sebepten haksız olarak kendisine kötü notlar verildiğini belirterek, benden ailesiyle görüşerek başını açmasına izin vermeleri için, onları ikna etmemi rica etti. Aile, bu hususta kendileriyle görüşme isteğimi geri çevirdi. Öğrencime aşağıdaki yazıyı E-POSTA olarak gönderdim:)

Merhaba ….,

oraya gelmek istememin sebebi, annene ve babana dinimizinin bize emirlerini doğrudan kaynağı olan Kur'an'dan almadığımız, işin kolayına kaçtığımız için, bazılarının din adına nasıl bizimle oynadıklarını, Kur'an'ı kaynak olarak en azından ailene göstermekti. İslam'ın dünya çapında saldırıya uğradığı bir süreçte yaşıyoruz; bilmeden de üstelik bu saldırının aleti, körükleyici durumuna düşüyoruz, yani kaş yapayım derken göz çıkarıyoruz. Kur’an bu hususta bizi  tam bundan 1400 yıl önce uyarmış. Kur’an bu konuda sık sık okunup anlaşılmak için geldiğini söylüyor, ama insanların bunu yapmadığından serzenişte bulunuyor:
"Andolsun ki, biz Kur'an'ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Fakat düşünen mi var?!''
(KAMER SURESİ 17., 22.,32.,40., ayetler)
'Biz bu Kur'an'ı sana zahmet çekesin, bedbaht olasın diye indirmedik; Saygıyla ürperene bir hatırlatma olsun diye indirdik.''
(TAHA SURESİ 1. ve 2. ayetler) 

„Kur’an’ı iyice okuyup düşünmüyorlar mı?“
(NİSA SURESİ 82. ayet)

Müslümanların düştüğü en büyük hatalardan biri, Kur'an'da defalarca insanlara ''İyiye barışa yönelik işler yapmaları, kul hakkı yememeleri, yalancı şahitlik yapmamaları,  adaletli olmaları'', daha bunun gibi yüzlerce şey  öğütlendiği, emredildiği  halde, Müslüman olduğunu söyleyen insanlar bunu bırakıp yoruma açık az sayıda ayetin peşine düşerek, onu da ayetin esprisine uygun olmadan açıklayarak, İslamiyet'i o ayetlerle özdeşleştiriyorlar. Yine bunun böyle olacağını Kur’an bize 1400 yıl önceden haber veriyor:

Kitap’ı sana indiren odur: Onun ayetlerinden bir kısmı muhkemlerdir[1] ki; onlar Kitap’ın anasıdır. Diğer ayetlerse müteşâbihlerdir[2]. Şu var ki, kalplerinde bir eğrilik ve bozukluk bulunanlar, fitne aramak, onun yorumuna öncelik tanımak için Kitap’ın sadece müteşâbih kısmının ardına düşer, Onun tevilini[3] ise bir Allah bilir, bir de ilimde derinleşmiş olanlar. Bunlar, „Ona inandık, hepsi rabbimizin katındandır“ derler. Gönül ve akıl sahiplerinden başkası gereğince düşünemez.“
(ÂLİ İMRAN SURESİ 7. ayet)
Muhkem ayetlere örnek olarak „domuz eti yememeyi, yoksula yardım etmeyi, Allah’a ve ahiret gününe inanma“yı verebiliriz. Bunlar tartışmasız, ayetlerdir. İşte burada şimdi iki müteşâbih ayeti göstereceğim ki, Kur’an’ın uyardığı gibi, gerçekten de İslam’da fitne yaratmak isteyenler, bu ayetlerin peşinde koşuyorlar ve bu ayetin tevilini istedikleri gibi yapıyorlar; böylece İslam alemi içinde fırtınalar yaratıyorlar. İslam’ı kötülemek isteyenler de, bu ayetleri İslam’da fitne yaratanların yorumlarını delil göstererek,  İslam’ı yıpratmak için, kendi pis  emellerine alet ediyorlar. „İslam dininde kadının giyimi“ ile ilgili iki ayeti bu duruma örnek olarak vereceğim. Eğer Nûr Suresi’nin 60. ayetini de Nûr Suresi’nin 31. ayetinin açıklaması olarak kabul edersek, tüm Kur’an’da bu hususta üçüncü bir ayet yok. Kur’an’da bazı ayetlerin muhkem olmalarına rağmen, yani herhangi bir yoruma meydan bırakmayacak şekilde açık açık, tekrar tekrar vurgulandığı düşünülürse, kadının giyimiyle ilgili yalnız ve yalnız bu iki ayetin bulunması aslında o kadar düşündürücü ki…

İşte bu iki ayet:
„Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, dış giysilerini üzerlerine alsınlar. Tanınınıp incinmemeleri için bu daha uygun bir yoldur. Allah Gafûrdur[4], Rahîmdir[5]
(AHZÂB SURESİ 59. ayet)

„Mümin erkeklere söyle: Bakışlarını yere indirsinler. Irzlarını/bellerini korusunlar. Bu onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdardır.
Mümin kadınlara da söyle: Bakışlarını yere indirsinler. Irzlarını/eteklerini korusunlar. Süslerini/zînetlerini, görünen kısımlar müstesna açmasınlar. Örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. Süslerini şu kişilerden başkasına göstermesinler: Kocaları yahut babaları yahut kocalarının babaları […]
NÛR SURESİ 30. ve 31. ayetler)
Dikkat edilirse, İslam aleminde bu ikisi en çok tartışılan iki konu; kadınların dışarı çıkarken giyimleri ve başörtüsü. Bu ayete dayanarak, İslam dünyası içinde Kur’an’ı ya hiç okumamış, Kur’an’ı yalnız kulaktan duyma yorumlarla tanıyan ya da Kur’an’ın yorumunu yapamayacak kadar düşünme yeteneğine ulaşamamış  „ilimde derinleşmiş olan, gönül ve akıl sahibi“ olmayan kişiler, farkında olmadan kaş yapayım derken göz çıkarıyor ve bunun sonucunda kraldan çok kralcı davranarak adeta „vur deyince öldür“ deyimine uyan bir şekilde kadınları çarşaf içine sokuyor, ya da tepeden tırnağa kadar hiçbir İslam esprisine uymayan, sağlık kurallarına aykırı, şekilsiz varlıklar haline sokuyorlar. Bunu da Müslüman olmanın sanki en büyük şartıymış gibi göstererek, böyle olmayanları adeta „kafirlikle“ suçlayorlar. İslam’ın düşmanları da bu görüşü aynen alarak, İslam dinini hedef  tahtası haline getiriyor, İslam dinine nefretlerini kusuyorlar.

İşte Allah’a sığınarak bu iki ayetin tevilini yapacağım:

Ahzâb Suresi 59. ayeti dikkatli okuduğumuzda ortaya çıkan emir şu:

  1. Müslüman kadının incinmemesi,
  2. Bunun için de dış giysilerini üzerlerine almalarının uygun yollardan sadece biri olduğu.

Ayetin geldiği devirde kadınların erkekler tarafından inciltiklerini artık tarihi bir gerçek olarak biliyoruz; zaten öyle olmasaydı, Kur’an „inciltilme“ terimini kullanmazdı. Müslüman kadınların dışarı çıkarken, dış giyisilerini üzerlerine almak suretiyle tanınarak inciltilmemeleri o zaman için uygun bir yoldu; o zaman için  diyorum, çünkü ayette açık açık „Ey  Peygamber! Eşlerine ve kızlarına“ diye başlayan ayetin gelişinden bu güne Hz. Muhammed’in eşlerinden ve kızlarından hiçbiri hayatta değil. Demek ki bu o zaman için uygun bir yoldu. Ama ayetin bize esas vermek istediği şey: „Müslüman kadının inciltilmesinin engellenmesi“  Şimdi Avrupa’da olsun Türkiye’de olsun giyimlerinin İslamî giyim tarzına olduğuna inanarak –bu giyim tarzın ne dereceye kadar İslamî olduğu da apayrı bir konu -  giyinen Müslüman kadınlar, böyle giyindikleri için inciltilmiyorlar mı? Horlanmıyorlar mı? Hakları bu sebeple gasp edilmiyor mu? O halde, Kur’an’ın bu ayetle bize vermek istediği „kadının incinmemesi„ gerektiği espriyi anlayarak hareket etmek gerekmez mi? Eğer Müslüman kadın giysisi sebebiyle inciniyorsa, o zaman onun incinmesine sebep olan giysi şeklini bir kenara bırakması olan diğer uygun bir yolun tutulması gerekir.

Daha sonra gelen Nûr Suresi’ndeki kadının giyimi ile ilgili 31. ayet öne sürülürken, onun bir öncesi olan 30. ayet göz ardı ediliyor. Oysa bu iki ayetin her ikisi de mânâ bakımından aynı 30. ayet ahlâklı bir toplum için, bu toplumun gerekli olan iki üyesi olan erkek ve kadın, aynı hususta ayrı ayrı uyarılıyor. Hatta önce erkek uyarılıyor. Ama ayetin bu manası unutuluyor ve içindeki yalnız ve yalnız bir kelime cımbızla çekilerek kadın + başörtüsü = Müslüman kadın haline getiriliyor. Bu ayetin manası da yalnız kadının başörtüsü takması gerektiği emrine indiriliyor. Üstelik işin ilginç yanı Türkçe’ye çoğunlukla „başörtüsü“ olarak çevrisi yapılan bu kelimenin [Arapçadan doğrudan Almancaya çevrilen ayetlerde “başörtüsü” olarak değil de “Tücher[6] yani yünden, kıldan, pamuktan yapılmış tüm kumaş ya da beze verilen genel örtünme maddesi veya Hartmut Bobzin’in çevrisinde “Schal[7] yani boyun atkısı olarak verilmesi.  Türkçede bu kelimenin][8] Arapça’da aynı zamanda „örtü“ anlamında kullanıldığı da gizleniyor, çünkü örtü anlamına geldiği anda bu omuzlara da alınabilir ve başörtüsü olarak dayatılamaz. Ayette esas anlatılmak istenen, örtü ya da başörtüsü anlamına gelen bu şeyin uclarının göğüs yırtmaçlarının üstüne vurulması; yani istenen göğüslerin kapatılması. 30. ayeti okumaya devam ettiğimiz zaman ayette, kadınlardan süslerini alenen göstermemeleri isteniyor.[9] Bu ayeti yorumlayanlar, kadının saçını, gerdanını, güzelliğini süs olarak görüyor ve buna dayanarak da kadınlardan kendilerini Kur’an’da bu ayette belirtilen kişiler dışında başkalarına göstermemesi gerektigini savunuyor, bunu gerçekleştirmek için de, kadını rızaları olsun ya da olmasın, yüzü ve elleri gözüken kısımları kapanacak şekilde kapanmaya, hatta daha ileri giderek, yüzlerini de peçe gerisinde bırakan çarşaflara sokmayı Kur’an’ın bir emri olarak yorumluyorlar. Kur’an gerçekten kadınların böyle giyinmelerini isteseydi, bunu doğrudan doğruya muhkem bir ayet olarak, hiç yoruma mahal vermeyecek bir şekilde yapamaz mıydı? Neden yapmamış? Biliyoruz ki müteşâbih ayetlerin kendileri aynen kaldıkları halde, tevilleri zamandan zamana değişebilir. Zaten Kur’an’ın mucizevi yanlarından biri de bu müteşâbih ayetler degil midir? Böyle ayetler manaları anlaşılmadan, dar kalıplar içinde tüm gelecek zamanları da ipotek altına alan yorumlar haline getirildiğinde, Kur’an’ın bu mucizevi kısmı ebediyyen karanlığa atılmış olmaz mı?

            Sevgili Öğrencim, tüm bunların sonunda ailene şunları da söyleyecektim: Eğer İslâmı bu şekilde görüyor ve  inancınızı yaşamak istiyorsanız, o zaman Kur’an bu hususta da size Enfal Suresi’nin 72. ayetinde yol göstermiş:
„[…] İman edip de hicret etmeyenlere gelince, hicret edecekleri vakte kadar sizin onları korumanız gerekmiyor. Ama sizden dinde yardım isterlerse, sizinle aralarında antlaşma bulunan bir topluluk aleyhinde olmamak üzere, kendilerine yardım etmeniz gerekir. Allah yapmakta olduklarınızı iyice görmektedir.“
(ENFÂL SURESİ 72. ayet)
 
Burada anlatılan böyle bir durumda bulunan kişi ya da kişilerin, o ülkeden İslam ülkelerinin birine hicret yani göç etmesi gerektiğidir.  Bunun yapılmaması durumunda, o ülkede kalanlar, İslam ülkelerinden yardım istediklerinde, İslam ülkelerini bunlara yardımda bulunmakla vacip kılınmışlardır, ama o ülkenin şartlarına böyle bir yardım uymuyorsa, o zaman onların yardım istekleri geri çevrilir. Bundan çıkarılması gereken yorum, bir Müslümanın göçme olanağı olmasına rağmen kendi arzusuyla o ülkede kalması durumunda, o ülkeye uyması gerektiği sonucu çıkar.  Şimdi Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanların eğer dinlerinin gereğine inandıkları şeyleri yapmaları engelleniyorsa, onlara iki seçim yolu kalıyor:

  1. İslam olan bir ülkeye göçebilirler,
  2. Bunu yapmıyorlarsa bulundukları ülkenin şartlarına uymaları gerekir.

Daha açık bir söyleyişle, yukarıdaki açıklamanın kendileri için ikna edici gelmemesi, „başörtüsü“ takmayı ya da taktırmayı herşeye rağmen inancının temel ilkelerinden biri olarak görüyorsa, bulunduğu ülke de bunu yasaları ya da gelenekleri sebebiyle hoş karşılamıyorsa, kişi yukarıdaki iki seçimden birini yapmak zorunda.

Bu yazdıklarımı lütfen annene ve babana oku! Bir daha düşünmelerini rica et! Allah’ın hakkında en hayırlısını vermesini diliyorum.
Allah’a emanet ol!

Dr. Maksut Sarı


[1] Muhkem: sağlam, kuvvetli
[2] Müteşâbih: Dış görünüş anlamı ile değil de başka bir maksat için misal diye söylenir
[3] Tevil: bilinen anlamından başka bir anlamla yorumlama
[4] Gafûr: sürekli bir biçimde günahları affeden
[5] Rahîm: Rahmet ve merhameti sınırsız olan. Kendisine inanan-inanmayan herkese rahmet ve merhametinin tüm nimetlerini ayrım yapmadan sunan.
[6] Henning, Max: Der Koran, Das Heilige Buch des Islam, Überarbeitet von Murad Wilfried Hofmann, İstanbul 52007, s. 238
[7] Bobzin, Hartmut: Der Koran, Aus dem Arabischen neu Übertragen von Hartmut Bobzin unter Mitarbeit von Katharina Bobzin,  ISNB: 978-3-406-58044-4, s. 307
[8]  Köşeli parantez […] içine alınan bu kısım öğrenciye gönderilen E-Posta’da yer almamaktadır.
[9] Bunun böyle olduğu yine Nûr Suresi’nin 60. ayetinde bir kez daha görülüyor:

  „Artık nikâh arzuları kalmamış, hayızdan ve evlattan kesilen kadınların süslerini göstermek için ortada dolaşmamaları şartıyla örtülerini bırakmalarında kendileri için bir günah yoktur. Ama sakınmak için titiz davranmaları onlar için daha hayırlıdır. Allah herşeyi işitir, herşeyi bilir.“